Aklıma bir konu takılınca, bunu bildiğim her dilde Google’da araştırmak bende önü alınamaz bir alışkanlık haline geldi. Sanki o konuya değinmiş birtakım blog yazılarına, ekşi sözlük entry’lerine, forumlara ya da YouTube videolarına erişince rahata ereceğim. Sanki kimse o konuya değinmemiş olursa kendimi tuhaf hissedeceğim. O mesele her neyse, belirli bir günün herhangi bir saatinde ona kafayı takmış bir insan evladı olarak yalnız olmadığımı bileceğim. “Pişirdiğim kurabiyelerin dibi tuttu” konusundan “Android tabanlı TV’de yüklenmeyen app”lere, “İnsan neden âşık olur”dan “Patlayan termosifon nasıl tamir edilir”e, “Ütüden bip sesi geliyor”dan “Hayatın anlamı nedir”e; akla gelen her şeyi arama motorlarında araştırınca pek çok cevaba ulaşabiliyor olmakla beraber bazı meselelerin pek de pratik çözümleri olmadığının farkındayım. Bilgisayarın filanca tuşu çalışmayınca bunu Google’a başvurarak çözebiliyor ancak “Geçmişin yükü neden ağırdır?” gibi bir soruya nedense doyurucu cevaplar bulamıyoruz.
Her şeyi bilmek zorunda mıyız?
Şu an yine kendimi tutamıyor, tarayıcıda yeni bir sekme açıyor ve yazıyorum: “Neden her şeyi internette araştırıyorum?” Enter. Dijital çağın bizleri getirdiği noktada bilginin esiri olmuşken aslında bilmeseydik de hiçbir problem yaşamayacağımız yüz binlerce birim bilgiye birkaç sözcük uzakta olmak beni bazen dehşete düşürüyor. Bilmeseydik başka insanlara bağımlılığımız artardı. Bilmeseydik sokağa daha çok çıkardık. Bilmeseydik daha çok kitap okurduk. Bilmeseydik deneyimlere daha çok değer verirdik. Bilmeseydik daha az uyarana maruz kalırdık. Bilmeseydik ailemizle ya da dostlarımızla daha çok vakit geçirirdik. Bilmeseydik de yaşardık. Bildik de hayat daha mı yaşanılır oldu?
Günlerden bir gün yine hayatın anlamına dair pek mühim bir soruyu arama motoruna yazmıştım ki, karşıma beş-altı dakikalık animasyon bir video çıktı. Videoyu YouTube’da açtım. Aksanından İngiliz olduğunu tahmin ettiğim bir adam makul bir ses tonuyla meseleyi açıklıyor, net cevaplar veriyordu. Demek öyle yaparsak böyle oluyordu çünkü tarihte bu olay böyleyken böyleydi. Demek biz o yüzden şöyle davranıyorduk çünkü zaten bu mesele felsefi açıdan şu şekilde çözülmüştü. Demek biz öyle olduğumuz için hayat böyleydi ve daha neler neler… Bu İngiliz adam her şeyi ama her şeyi biliyor gibi görünüyordu: İnsan nasıl anlamlı bir iş bulur? Travmayla nasıl baş edilir? Daha az kitap okuyarak nasıl daha bilge olunur? “Onlar ermiş muradına” diye bir şey neden yoktur? Genç ölmekten neden korkmamalıyız? Ağlamanın ne gibi faydaları vardır? İnsanlar değişebilir mi? Bir insanı çekici kılan nedir? Günahkâr olmanın faydaları nelerdir? Gündelik konuşmalardan nefret edenler nasıl davranmalıdır? Nasıl iyi bir arkadaş olunur? Nasıl sıkıcı olunmaz?..
Aklım almıyordu. Nasıl oluyordu da bu bilmiş İngiliz’in bu kadar çok cevabı vardı? Bazı geceler kulaklarımda onun sesiyle uyuyakalıyordum. Gerçi videoların sonunda bazı kitaplardan filan söz ediliyordu ama oraları hızlıca geçiyor, başka soruların peşinde başka videolara atlıyordum. Videoların olduğu YouTube kanalına abone olmuştum. Artık bir bağımlıydım. Canım sıkılınca açıyordum birini, o tok sesli adam meseleye gayet hâkim, bu konudaki en doğru cevabı animasyonlar eşliğinde anlatıyordu. Bu adam kim oluyordu da bu kadar konuyu biliyordu? Nasıl olmuştu da hayatın anlamını filan çözmüştü? Anlamak olanaklı değildi ama ben olayın büyüsüne kapılmıştım bir defa. Gece yatmadan önce başka bir sorunun cevabını merak ediyor, İngiliz adamın sesi kulaklarımda, uykuya dalıyordum. Eğlenceli animasyonlara bakıyor, kendi kendime gülüyordum. Bütün bu video izleme seansları arasında aklıma “Bu çok bilmiş adam kim ola ki yahu?” sorusunu Google’da araştırmak nedense hiç gelmedi. Ne önemi vardı? Herhalde bir kitaptan bir şeyler okuyan bir aktör filandı. Bazen videoda bir kadının konuştuğu oluyordu ama sanki o, İngiliz adam kadar meseleye hâkim değildi. Adamın konuştuğu videoları daha çok seviyordum.
Yapay zekâ İngiliz’i tanıyor
Öte yandan yapay zekâ denen bir şey vardı. Hayat değil ama YouTube karşınıza yalnızca sizin istediğinizi değil, milyonlarca kullanıcının ortak beğenilerinden oluşan bir seçki çıkarıyordu. Siz arama motorlarında debelenirken algoritmalar çalışıyor, hayatın anlamına dair sorular ortaklaşıyordu. Siz istemeseniz de size benzeyen insanların tercihleri önünüze dökülüyordu. Görmek istemediğiniz kişiler tanıyor olabileceğiniz kişiler olarak yandan fırlıyordu. Herkes benzer şeyleri merak ediyordu; iki sözcüğü arama motoruna yazdığımızda gerisini bizden önce o soruyu aramış milyonlar dolduruyor, hepimiz kafası karışık cemaatler şeklinde kocaman mağaralarda beraberce koşan şapşal define avcılarına dönüşüyorduk. İşte böylece YouTube dehlizlerinde dolanırken uygulama bana bir gün Alain de Botton’un (d. 1969) bir konferansını önerdi. Hafiften burun kıvırarak “Aman” dedim kendi kendime, “bu da pek popüler biridir, hiç de sevmem ama ne demiş bakem?” Videoyu izlemeye başladım. Kendisini herhangi bir mecrada ne izlemişliğim ne de dinlemişliğim vardı. Fakat bu ses? Bu sesi ben nerede duymuştum? Vay canına, ben Alain de Botton’u nereden tanıyordum? Zihnimde yankılanan bilge sesin sahibi bu sarışın çelimsiz adam mıydı? Yok canım, o Alain de Botton olamazdı. Eğer Alain de Botton bu ise, kafama takılan her şeye bir cevabı olan çok bilmiş İngiliz kimdi?
1990’lı yıllarda parlayan, dönemin genç yıldızı, artık 50’li yaşlarını süren koskoca Alain de Botton, 2008’de “School of Life” diye bir enstitü kurmuştu, ki ben bunu çok önceden duymuş hatta seri kitaplarından birini okumuş, dudak bükerek bir kenara atmıştım. Zaten YouTube kanalının adı da “School of Life” yani Hayat Okulu’ydu. Kitap şeklinde olunca yüce entelektüel zihnim onun bu kişisel gelişim soslu girişimini küçümsemişti de aklımdaki bir soruya cevap veren bir videoda söylediklerini nedense büyülenmiş gibi dinlemiştim. Peki, kitapları milyonlarca satmış popüler bir filozof neden bir kişisel gelişim enstitüsü kurmuştu? Örneğin Fransız filozof Michel Foucault yaşasaydı, kalkıp böyle videolar çeker miydi? Aklı başında bir insan olarak hayatın anlamını kavramak için Seinfeld izlemek dururken neden bu videoları izliyordum? Nasıl olmuştu da ben haftalardır uykuya dalmadan önce Alain de Botton’dan hayat dersleri almaktaydım? Ben de spiritüel sorularına seküler cevaplar arayan o beyaz yakalılardan biri olmuştum da haberim mi yoktu? Bu zat, gündelik hayatımızın karmaşık sorularını ele alarak popüler felsefenin insanın hayatına değeceği yeri keşfetmiş olabilir miydi? Galiba gerçekten de öyleydi.
Kitapları yıllardır Türkçede yayımlanan, hatta bir dönem yerli bir dergide köşe yazarı bile olan Alain de Botton’un Hayat Okulu videolarında hem gündelik hem de varoluşsal meselelere matrak cevaplar var. Farklı dönemlerden fikirler, aşkla, ilişkilerle ve çalışmakla ilgili pek çok başka konu da cabası. Henüz “Neden Hayat Okulu videolarını severiz?” konulu bir video bulunmuyor. Gerçek hayat okulu ise arama motorlarından, sosyal medya uygulamalarından, akıllı telefonlardan ve dizi platformlarından arta kalan zamanlarda, bir yerlerde sürmekte olsa gerek.
Alain de Botton fotoğrafı: Fronteiras do Pensamento, CC BY-SA 2.0 https://creativecommons.org/licenses/by-sa/2.0, via Wikimedia Commons