Kent kimindir? Yaşayanlarındır. Nefes alıp veren bütün canlılarındır. Her semtin her durağında ve pazarlarında buluşanlarındır. Sahiplenenlerin ve emek verenlerindir. Kent deneyimlerindir. Amerikalı yönetmen Martin Scorsese’nin dostu yazar Fran Lebowitz’le çektiği Netflix yapımı belgesel, yaşadığım kentle kurduğum bağı bana yeniden sorgulattı.
Gardaş, cool İstanbul burası mı?
Ankara-İstanbul karatrenine* 2006’da bindim. O zamanlar İstanbul çok havalıydı. Yabancı dergilerin kapaklarında “Cool İstanbul” olarak yer buluyordu. Oraya mutlaka gitmeliydiniz. Pek yükselen bir şehirdi. Türk lirasından tamı tamına altı sıfır atılmıştı. Ülkede her yönden esen pek değişik rüzgârlar vardı. Burada yaşamaya başladım. Her şey gözüme çok farklı görünüyordu. Kendimi daha cool hissettiğim söylenemezdi ama dev bir metropolde olmaktan mutluydum. Gerçi 2007’nin başında kentin ortasında güpegündüz bir gazeteci katledilmişti. İstanbul cool bir kent idiyse, neden böyle şeyler oluyordu? Bu kent kimi kandırıyordu? Her yer toz toprak içindeydi, dört bir yan devasa iş makineleriyle doluydu, burası sürekli inşaat halindeki yaralı bir yerdi. Az zaman sonra fark edecektim, “Cool İstanbul”, kenti global yurttaşlara pazarlamak için uydurulmuş bir fanteziydi. İstanbul cool filan değildi. Oyunu benimle beraber başkaları da görmüştü. Önce ufak çıtırtılar başladı. En sonunda 2013’te kentin kalbindeki ufacık yeşil alan yüzünden kızılca kıyamet koptu.

Photo: Christopher Macsurak, CC BY 2.0 https://creativecommons.org/licenses/by/2.0, via Wikimedia Commons
Kentle ilişkimi bana düşündürten anlatı, New York âşığı yönetmen Martin Scorsese’nin (d. 1942) dostu yazar ve konuşmacı Fran Lebowitz’le (d. 1950) yaptığı, Pretend It’s a City (Kentmiş gibi davran) belgeseli oldu. Netflix Türkiye, belgeselin Türkçe adı için “Fran Lebowitz: Bir Yazarın Portresi” demiş. Oysa bence Lebowitz’in değil, onun gözünden on yıllardır yaşadığı kentin portresi bu. Belgeselde yazar New York’u anlatıyor, hatta kocaman bir New York maketinin** üzerinde galoşlarıyla yürüyor. Bir yandan da sürekli dönüşüm içindeki dev metropolde sokakları arşınlıyor. Yerlerdeki pirinç plakalara bakıyor. Binalardan, kitaplardan, değişimden, geçmişten ve hayatından söz ediyor. Henüz on sekiz yaşındayken geldiği ve okuyup yazan bir insan olarak her açıdan sahiplendiği kentle ilgili, dinlerken gülümseyeceğiniz anılarını ve fikirlerini anlatıyor.
Düşünmeden edemiyorum. New York’taki büyük bir gazete bayiinin kapanıp bisiklet kiralayan bir dükkâna dönüşmesine bile üzülmüş olan Fran, birileri sevgili kentinin ortasındaki devasa Central Park’ı parselleyip bir AVM inşa etmek isteseydi, acaba ne yapardı?
İstanbul’la ilişkim burada yaşamaya başladığımdan beri iki defa sekteye uğradı. İlki 2013’te Gezi Parkı eylemleri sırasında oldu. Bu yara hiçbir zaman tam olarak sağalmadı. O dönemi yaşayıp da unutabilmek olanaksızdır. Ne zaman Beyoğlu’na gitsem o günleri hatırlıyorum ve tüylerim diken diken oluyor. Gezi eylemleri, İstanbul’a, tarihin o anında bu kentte yaşıyor olmaya, kentin ortasındaki parkın yıkılıp yerle bir edilmek istenmesine özgü eşsiz bir olaydı. Sesi tüm ülkede yankılanmıştı. Dünyadaki pek çok büyük kentin öyle ya da böyle yaşadığı kentsel dönüşümün sancılı sonuçlarının bu coğrafyadaki yansımasıydı.
Ne para yetiyordu ne dakikalar
O günler gelip geçti. Cool İstanbul çoktan ölmüştü. Kenti sahiplenmek istiyorduk ama hiçbir havalı yanı kalmamıştı. Her günü şikâyet ederek geçiriyorduk. Ya çok kalabalıktı ya çok ıssız. Ya çok gürültülüydü ya da çok gürültülü (başka seçenek yoktu). Ya üstümüze üstümüze geliyordu ya yapayalnızdık. Oraya gitmiştik ama hiç yer yoktu, şuraya oturmuştuk da garson saatlerce bizimle ilgilenmemişti, konsere bilet kalmamıştı, sinemada şu filmi kaçırmıştık, karşıya taşınanlarla görüşemiyorduk. Ya geç kalmıştık ya erken gitmiştik. Mahallenin bakkalı, bindiğimiz taksinin ve otobüsün şoförü, köşedeki büfede çalışan adam, simitçi filan komple deliydi. Şu trafik sıkıntısı vardı bir de. Otobüste öne uzattığımız İstanbul kart hiç geri gelmemişti. Dolmuşta bir adamın tacizine uğramıştık. Metrobüste yerimizden olmuştuk. Park yeri bulamamıştık, zaten kim kaybetmişti de biz bulacaktık? Sadece bir kahve içmek için sokağa çıkmıştık ama yüz liramızın yerinde yeller esiyordu. Ne para yetiyordu ne dakikalar. Nefes almak için geldiğimiz park çöp doluydu. Nefes almak için geldiğimiz parka dozerler girmişti. Nefes almak için geldiğimiz parkta bir sapık vardı. Geçen yaz keşfettiğimiz dondurmacı kapanmıştı. “İstanbullular güneşli günü fırsat bilip sahile inmişti” ama sahilde adım atacak yer yoktu. Sokaklarda yoksulluk vardı. Sanki kocaman bir AVM içinde oradan oraya savruluyorduk. Çıkışın nerede olduğunu kimse bilmiyordu. İnsanlar meskenlerinden ediliyordu. Kent rant düşkünlerinin işgali altındaydı. Kuzeyinde ormanın ortasına bir havalimanı dikilmişti. Daha da ötede karanın yarılıp bir kanalın geçirileceği konuşuluyordu. Dehşete kapılıyorduk.

Photo by Burak K on Pexels.com
Yine de seviyorduk. Fran’in New York’u içtenlikle sevdiği gibi biz de her şeye rağmen bu kenti seviyorduk. Kenti geri alacağımız günü bekliyorduk ama aslında hep bizimdi. Hepimizindi. Tam tünelin ucunda ışık görünmüştü ki, Çin’de, Vuhan diye bir eyalette tuhaf bir hastalık baş gösterdi. İstanbul’la ilişkimi yaralayan ikinci büyük olay COVID-19 salgını oldu. Kenti topyekûn unutmak zorunda kaldık. Sokağa çıkmaktan, kalabalığa karışmaktan korkar olduk. Korkmasak bile otorite sokağa çıkmamızı kolluk gücüyle engelledi. Konserler, sinemalar, festivaller, restoranlar, sergiler ve kenti yaşanılır kılan daha pek çok deneyim ya ertelendi, ya dijital ortama taşındı ya da tümden unutuldu. 2020 yazında şöyle bir rahatlar gibi olduk, sonra salgın yine baskın çıktı. Yaklaşık bir yıldır bu şekilde yaşıyoruz ve kenti özledik.
Cool olmasa da İstanbul bizimdi, kaybettik.
Yazının girişindeki fotoğraf 2 Temmuz 2012 tarihli; yaratıcısı Ben Morlok, CC BY-SA 2.0 https://creativecommons.org/licenses/by-sa/2.0, via Wikimedia Commons
* Bu benzetmenin sahibi Ankaralı şair Ahmet Erhan’dır (1958-2013); Ankara-İstanbul Karatreni, Kırmızı Kedi Yayınları, 2020.
** Lebowitz’in belgeselde gezdiği New York panoraması Queens Müzesi’nde bulunuyor.